Türk Kardiyoloji Derneği Ulusal Hipertansiyon Tedavi ve Takip Kılavuzu

Önsöz

Son yirmibeş yılda, kontrol altına alınmayan hipertansiyonun taşıdığı risklere dair bilgilerimiz gittikçe artmıştır. 1960’lı yılların sonlarına doğru gerçekleştirilen bir çalışma, kısmen konrol edilebilen hipertansiyonun dahi komplikasyon riskini azalttığını ortaya koyduktan sonra bu konudaki çalışmalar hız kazanmıştır (1). Önceleri, hipertansiyon tedavisinin morbidite ve mortaliteyi azaltıcı etkilerinin doğrudan doğruya diyastolik kan basıncı seviyeleri ile ilişkili olduğu düşünülmüş, daha sonraki yıllarda sistolik kan basıncı düzeyleri ile hipertansiyonun komplikasyonları arasında çok yakın bir bağıntı bulunduğu gösterilmiştir (2,3). Özellikle yaşlı hastalarda, koroner kalb hastalığı, kalb yetersizliği, inme, böbrek yetersizliği ve total mortalite gibi kardiovasküler olaylardan, sistolik kan basıncı yüksekliğinin diyastolik kan basıncı yüksekliğinden daha fazla sorumlu olduğu saptanmıştır (3). 1970’li yılların sonlarından itibaren yayınlanmaya başlayan büyük, çok merkezli, orta-uzun vadeli epidemiolojik ve klinik çalışmalar, antihipertansif tedavinin kardiovasküler morbidite ve mortaliteyi çok belirgin şekilde azalttığını gösteren sonuçlar vermişlerdir. Bu sonuçlara göre, diyastolik kan basıncında 5-6 mmHg’lık, sistolik kan basıncında 10-14 mmHg’lık bir düşme, 5 yıl içinde fatal yahut fatal olmayan inme riskini %38, koroner kalb hastalığı riskini %16 oranında azaltmaktadır (4,5). Amerika Birleşik Devletlerinde “Ulusal Yüksek Kan Basıncı Eğitim Programı” (the National High Blood Pressure Education Program, NHBPEP)’nın uygulamaya konulduğu son 25 yıl zarfında, hipertansiyon ile ilişkili mortalite oranlarının dramatik bir şekide düştüğü, bunlardan inme mortalitesinin %59 ve koroner kalb hastalığı mortalitesinin de %53. 2 oranında azaldığı tespit edilmiştir (6). “Framingham Kalb Çalışması” raporunda, konjestif kalb yetersizliği prevalansının 50-89 yaşlarındaki erkeklerde binde 8-66, kadınlarda binde 8-79 olduğu, ve erkeklerin %39’unda, kadınların %59’unda kalb yetersizliğinden hipertansiyonun sorumlu bulunduğu bildirilmiştir (9). Buna karşılık, hipertansiyon tedavisinin, inme ve konjestif kalb yetersizliği insidans ve prevalansında çok belirgin düşüşler sağladığı gösterilmiştir (10).

Yaşlılarda hipertansiyon insidansı yüksektir. Altmış yaşın üstündeki kişilerin %60’ından fazlasında hipertansiyon tespit edildiği bildirilmiştir (6). Bu hastalarda hipertansiyon tedavisinin etkilerini araştıran uzun vadeli büyük çalışmalar, antihipertansif ilaç tedavisinin yaşlılarda, inme, konjestif kalb yetersizliği, koroner kalb hastalığı, diğer kardiovasküler hastalıklar ve bütün sebeblere bağlı mortalite oranlarını anlamlı bir şekilde azalttığını göstermişlerdir (8). Hipertansiyon, kronik böbrek yetersizliğinin, diyabetes mellitus’dan sonra ikinci en sık sebebidir (6,7). Büyük hasta popülasyonunu içeren taramalar, kan basıncı ile terminal böbrek hastalığı arasında çok aşikar ve direkt bir bağıntı bulunduğunu göstermiştir. Hipertansiyonun ve hipertansif böbrek hasarının erken teşhisi, kan basıncının uygun şekilde kontrol altına alınması, böbrek yetersizliğinin gelişmesini geciktirebilmekte ve önleyebilmektedir (6). Hipertansiyonun diyabetes mellitus ile birlikte bulunması, makrovasküler ve mikrovasküler komplikasyon riskini çok arttırır. Böyle hastalarda, koroner kalb hastalığı, konjestif kalb yetersizliği, serebrovasküler hastalık, periferik vasküler bozukluk, diyabetik nefropati ve retinopati ile kalb ölümü riski, tek başına diyabeti yahut hipertansiyonu bulunan hastalara oranla çok yüksektir. Bu hastalarda hipertansiyonun sıkı bir şekilde kontrol altında tutulmasının, makrovasküler ve mikrovasküler komplikasyon tehlikesini anlamlı derecede azalttığı tespit edilmiştir (7).

Hipertansiyon tedavisinin kardiovasküler, serebrovasküler ve renovasküler komplikasyon riskini azaltmaktaki rolünü ortaya koyan yayınlanmış bu büyük klinik çalışmalara rağmen, toplumda hipertansiyonun etkin bir şekilde kontrol altına alındığını söylemek mümkün değildir. Amerika Birleşik Devletlerinde yapılan bir klinik araştırmada, 18-74 yaşları arasındaki hipertansiyon’lu kişilerin %32’isinin hipertansiyon’lu olduklarını bilmedikleri, bunlardan %53’ünün tedavi gördüğü, fakat yalnız %27’inin kan basınçlarının kontrol altında (<140/90 mmHg) bulunduğu ortaya konulmuştur. Diğer ülkelerdeki durum da pek farklı değidir. Kan basıncı kontrol altında tutulabilen hipertansiyonlu hasta oranının Kanada’da %19, İngiltere’de %6 olduğu bildirilmiştir (10). Bu duruma göre, hipertansiyonlu hastaların çok önemli bir bölümünün (%73-%94), kan basınçlarının kontrol altına alınamadığı ve bunların yüksek kan basıncının bütün morbidite ve mortalite risklerine maruz kaldıkları aşikârdır. Hipertansiyon tedavisinde gözlenen bu yetersizlik, çok faktörlü bir sorundur. Bu yetersizlikten, başta hekimler olmak üzere, hastalar, kullanılan ilaçlar ve hastalığın vakadan vakaya değişen özellikleri sorumlu olabilirler.

Hipertansiyon, hiç kuşkusuz, tek başına bağımsız bir risk faktörüdür, fakat hipertansiyon ayni zamanda vasküler risk faktör profilinin bir unsurudur. Hipertansiyonlu hastalarda kan basıncı normal seviyelere düşürülse dahi, bu hastalarda kardiovasküler morbidite ve mortalite oranlarının normotensif kişilerden yüksek olduğu bilinmektedir (6,7). Bu sebepten, antihipertansif tedavinin amacı, yalnız kan basıncını düşürmek değildir. Hipertansiyon ile birlikte bulunan risk faktörleri ile de mücadele gereklidir.

Hipertansiyon, toplumdaki prevalansının çok yüksek, yaklaşık %20, oluşu ve koroner kalb hastalığı, inme, kalb yetersizliği, böbrek yetersizliği gibi ciddi komplikasyonları ile çok önemli bir halk sağlığı problemi oluşturmaktadır. Bu kadar yaygın, geniş halk kitlelerini ilgilendiren bir hastalıkla mücadelede, hastalığın teşhisi, sınıflandırılması, tedavisi ve takibindeki farklılıkları gidermek yahut azaltmak, teşhis ve tedavi maliyetini asgaride tutmak, hastalara mümkün olan en iyi bakımı ve yaşam kalitesini sağlamak amacı ile hekimler için düzenlenen “kılavuz”un önemli yeri vardır. Hipertansiyon tedavisine yaklaşımı içeren ilk “kılavuz kurallar” 1977’de yayınlanmış, bunu daha sonraki yıllarda, çeşitli ülkelerin ve uluslararası kuruluşların “hipertansiyon kılavuz kuralları” takip etmiştir. Bu kılavuz kuralların hepsi, bazı ulusal özellikleri de içine almak üzere, büyük epidemiolojik ve klinik çalışmaların sonçlarına dayanan, hekimlere teşhis, tedavi ve takip hususunda karar verme kolaylığı sağlayan, tavsiyeler dizisidir.

Türk Kardiyoloji Derneği Hipertansiyon Çalışma Grubu Yönetim Kurulu, bir süre önce, ülkemizde hipertansiyonun teşhis, tedavi ve takibi konusunda bir “ulusal kılavuz”un bulunmayışını dikkate alarak, böyle bir kılavuz hazırlama kararı almış, bir “Uzmanlar Kurulu” oluşturarak, gerekli hazırlıklara başlamıştır. Bu “Uzmanlar Kurulu”, arka arkaya yaptığı toplantılar sonucu, “Hipertansiyon Takip ve Tedavi Kılavuz”unu hazırlamıştır. Bu “Ulusal Kılavuz”un hazırlanmasında öncülük yapan TKD Hipertansiyon Çalışma Grubu Yönetim Kurulu Üyelerini kutlar, zaman ayırarak ve büyük emek sarfederek bu kılavuzu kısa zamanda tamamlayan “Uzmanlar Kurulu”ndaki değerli meslekdaşlarıma ve her türlü kolaylığı sağlayan Türk Kardiyoloji Derneği Yönetim Kurulu Üyelerine şükranlarımı sunarım.

“Hipertansiyon Takip ve Tedavi Kılavuz”unun amacı, hipertansiyonlu hastaların bakımını yüklenen hekimlerimize günlük klinik uygulamalarında yardımcı olmaktır. Bununla beraber, kılavuz pratikte rastlanılan her vakanın çözümünde yeterli olmayabilir. Bu gibi durumlarda, hekim kendi mesleki bilgi ve tecrübesinin gerektirdiği şekilde hareket etmelidir. Bu bakımdan, kılavuz bir zorlama yahut yaptırım aracı olarak değil, hastaların teşhis, tedavi ve takip kalitesini düzelten, hekimlere kolayca bir strateji tayini imkanını veren kurallar olarak dikkate alınmalıdır.

“Ulusal Hipertansiyon Tedavi ve Takip Kılavuzu”’nun hekimlerimize yararlı olmasını dilerim. Saygılarımla.

Prof. Dr. Kemalettin Büyüköztürk
İstanbul, Aralık 1999